Stepford Kadınları’nı bitirdiğimde bir süre kitabı elimde tuttum ve öylece baktım. Sanki kapattığım şey bir roman değil de, hayatın içinden çok tanıdık ama bir o kadar da rahatsız edici bir gerçeğin üzerindeki örtüydü. Bana hep bir distopyanın, gerçek dünyadan tamamen kopuk bir hikâyenin huzursuzluğu eşlik eder sanırdım; oysa Stepford’un tedirginliği çok daha yakındı—evin içinde, sokakta, reklamlarda, hatta bazı sohbetlerin alt tonlarında bile hissedilebilen bir yakınlık.
Joanna’nın Stepford’a taşındığı ilk bölümleri okurken, ben de onun gibi kasabanın “fazla düzgün” havasına karşı bir şeylerin ters gittiğini hissediyordum. Ama asıl rahatsızlık, kadınların o yapay mükemmelliklerinin altındaki boşlukla yüzleştiğimde geldi. Hepsi güzel, hepsi güler yüzlü, hepsi kusursuz… ama hepsi aynı. İnsanlığın yerini bir senaryoya göre çalışan programların aldığı o tuhaf hâl, okurken mideme küçük bir düğüm oturttu.
Beni en çok sarsan şeylerden biri, Joanna’nın arkadaşlarındaki dönüşümü izlemek oldu. Daha dün kendi hayalleriyle dolu, kahkahası bol kadınların bir anda mutfağa kapanmış, kendi benlikleri silinmiş bir hâle gelmesi… Bu, sadece kitapta yaşanan bir kurgu gibi gelmedi bana. Çevremde, yıllar içinde kendini, sınırlarını, hayallerini sessizce bırakan kadınları düşündüm. Bazen aile baskısıyla, bazen toplumun beklentisiyle, bazen de “iyi kadın” olmanın yüküyle kendi rengini kaybedenleri…
Kitap boyunca en çok sorduğum soru şuydu: “Bu kadınlar gerçekten makineleştiriliyor, evet; ama biz gerçek hayatta kimi zaman bunu kendi ellerimizle mi yapıyoruz?” Çünkü Levin’in anlattığı şey teknolojiyle yaratılmış bir distopya olsa da, alt metindeki eleştiri çok tanıdıktı. Bazı kalıpların ne kadar güçlü olduğunu, kadınlara biçilen rollerin hâlâ ne kadar baskın olduğunu görmek, okuduklarımı daha da ürkütücü kıldı.
Stepford’daki erkeklerin “mükemmel eş” arzusu da ayrıca rahatsız ediciydi. Mükemmellik denen şeyin aslında ne kadar tek taraflı ve ne kadar bencil bir bakış açısıyla belirlendiğini düşündüm. Bir kadının tutkularını, emeğini, karakterini yok sayıp onu sadece hizmet eden, sorgulamayan biri hâline getirmek… Kitapta bu durum teknolojiyle açıklanıyor; ama gerçek hayatta bunun daha ince yöntemlerle yapılabileceğini görmek insanı ürpertiyor.
Belki de en çok bu yüzden kitap içimde kalıcı bir iz bıraktı: Çünkü Stepford sadece hayal ürünü bir kasaba değil. Hepimizin sosyal medyada maruz kaldığı “kusursuz ev, kusursuz kadın, kusursuz aile” imajlarının abartılı bir yansıması gibi. Bir kadının hem başarı göstermesi hem mükemmel görünmesi hem evini çekip çevirmesi hem de hep güler yüzlü olması beklentisi, bugün hâlâ üzerimize yüklenen görünmez bir program gibi.
Romanı kapattıktan sonra şöyle düşündüm: “Ben Stepford’a benzer ne kadar şey gördüm hayatımda? Ve en önemlisi, bu beklentilere karşı kendi benliğimi ne kadar koruyorum?”
Stepford Kadınları beni hem rahatsız eden hem de farkında olmadan üzerimize çöken kalıpları sorgulamaya iten bir kitap oldu. Belki de Levin’in asıl başarısı da burada: Okuyucuya sadece bir gerilim hikâyesi değil, aynı zamanda kendine dönüp bakabileceği bir ayna sunuyor.
Bu yüzden kitap bitti ama etkisi kolay kolay geçmedi. Hâlâ geçmiyor aslında.
Belki de böyle olması gerekiyor. Çünkü o tedirginlik, özgürlüğün ne kadar kıymetli olduğunu unutmamamızı sağlıyor.

0 Yorumlar